Zulüm halklardan değil, iktidardan sorulur!
Tarih boyunca iktidarların halkın isteklerine ne kadar kulak astığı, hükümetlerin yapısına, yönetim tarzına ve halkın taleplerine göre değişiklik göstermiş. Mesela mutlak monarşiler, imparatorluklar veya diktatörlükler gibi otoriter rejimlerde, halkın talepleri genellikle göz ardı edilip, rejimin kendi çıkarları veya elit bir azınlığın çıkarları ön planda olmuş. Dolayısı ile bu durum, zaman zaman kitlesel ayaklanmalara, devrimlere ve büyük sosyal değişimlere yol açmış. Örneğin, 18. yüzyıldaki Amerikan ve Fransız Devrimleri, halkın taleplerinin göz ardı edilmesine karşı çıkan büyük ayaklanmalar olarak tarih sahnesine çıkmış. Bu devrimler, modern demokratik sistemlerin temelini atmış ve halkın iradesine dayanan bir yönetim anlayışını teşvik etmiş.
Günümüzde ise, birçok ülkede demokratik süreçler işler durumda görünse de, halkın isteklerinin hükümet politikalarına yansıması konusunda çeşitli sorunlar olduğu ortada. Mesela temsili demokrasilerde, halkın isteklerinin politikaya yansıması, seçimler aracılığıyla mümkün. Ancak seçilmiş temsilcilerin, ekonomik, politik veya uluslararası kuvvetli baskılara maruz kalabildiği bir sır değil. Dolayısı ile bu durum, halkın taleplerinin yeterince dikkate alınmamasına yol açabiliyor.
Dahası dünyada son yıllarda yükselen protesto dalgaları, iktidarlar ile halklar arasındaki hızlı kopuşa işaret ediyor. Küresel ekonomik krizler, gelir eşitsizliği ve sosyal adaletsizlik gibi konularda toplumların öfkeleri sokaklara taşmış durumda. Çatışma bölgelerinde halklar barış için bas bas bağırıyor. Peki, halkların taleplerinin karşılanmamasının nedenleri ne olabilir?
Temsili demokrasilerde, seçmenler ile temsilcileri arasında oluşan kopukluk büyük gerilimlere neden oluyor. Küreselleşen dünyada, ulusal politikaların uluslararası ekonomik ve politik baskılara bağımlı hale gelmesi, hükümetlerin halkın isteklerine öncelik vermesini zorlaştırabiliyor.
Dahası medya, bildiğiniz gibi kamuoyu oluşturma sürecinde kritik bir rol oynar. Ancak, medya tekelleri ve sansür uygulamaları, halkın gerçek istek ve ihtiyaçlarını doğru ve tarafsız bir şekilde yansıtmayınca problemler oluşur. Sesini duyuramayan halk, iktidara sesini duyurabilmek için sokaklara dökülür. Öte yandan da, evet, dijitalleşme, sosyal medya ve yeni iletişim teknolojileri, halkların sesini daha güçlü bir şekilde duyurmasına olanak tanıyor. Ancak, bu durum aynı zamanda manipülasyon ve bilgi kirliliği riskini de beraberinde getiriyor. İşte oluşan bu kaos toplumun ipini çekiyor.
İyi de, toplum sesini duyuramıyor diye, ortadaki zulmün, olan bitenin, acının hesabını sormayalım mı ya da kime soralım? Sonuç olarak dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan zulmü halka değil, iktidara mal etme; sorma pratiğini edinmek, sorumluluk ve hesap verebilirlik açısından oldukça önemli bir yaklaşım. Bu yeti, toplumsal adaletin sağlanması ve güç sahiplerinin hesap vermesini talep etme sürecinin bir parçasıdır. Bu arada, bu konuda birkaç noktayı da vurgulamak gerekir:
İktidarlar, toplumları yönetme yetkisini halktan alırlar ve bu yetkinin kullanımı sırasında yaptıkları her eylemin hesabını vermek zorundadırlar. Zulüm, insan hakları ihlalleri veya adaletsizlikler yaşandığında, bu durumların sorumluluğu genellikle hükümetler, liderler ve yetkililer tarafından üstlenilmelidir. Dolayısıyla, halktan çok iktidara hesap sormak, adaletin tesis edilmesi açısından daha etkili olabilir.
Halk, elbette bir toplumun vicdanını ve toplumsal ahlakını temsil eder. Ancak, çoğu zaman zulüm, sistemik veya kurumsal faktörlerin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Bu bağlamda, bireysel vatandaşların sorumluluğu sınırlıdır. Yine de halkın, zulmü kınama, protesto etme ve değişim talep etme hakkı ve sorumluluğu vardır. Ancak, doğrudan suçlu veya sorumlu olarak halkı hedef almak yerine, iktidar sahiplerini ve karar vericileri sorumlu tutmak daha adil bir yaklaşım olacaktır.
İktidarlara yönelik hesap sorabilme pratiği, güç dengelerini daha sağlıklı hale getirir. Eğer iktidarlar halktan bağımsız olarak hareket edebileceği düşüncesine kapılırsa, bu durum kötüye kullanımlara, yolsuzluklara ve daha fazla zulme yol açabilir. Bu yüzden, iktidar sahiplerinin sürekli olarak halkın denetimi altında olduğunu hissetmeleri, daha adil ve şeffaf bir yönetimi teşvik eder.
Tarih boyunca, birçok zulüm ve insan hakları ihlali, halkın değil iktidarların kararları sonucu gerçekleşmiştir. Örneğin, 20. yüzyılın başlarındaki totaliter rejimler altında yaşanan büyük zulümler, liderlerin ve onların yönetim politikalarının bir sonucuydu. Bu gibi durumlarda, halkın suistimalleri durdurma gücü sınırlıydı; asıl sorumluluk, bu politikaları yürüten iktidardaydı.
Bu anlayışı pratiğe dökmek, medyanın, sivil toplum örgütlerinin, entelektüellerin ve aktivistlerin sorumluluğunda önemli bir yer tutar. Eleştiriler, soruşturmalar ve hesap sormalar, zulümden doğrudan sorumlu olanlara yönlendirilmeli ve halk, bu süreçlerin bir parçası olarak bilgi sahibi olmalıdır.
Zulmü halktan çok iktidara sorma pratiği, toplumsal adaletin sağlanması ve hesap verebilirlik ilkelerinin korunması açısından kritik bir yaklaşımdır. Bu, aynı zamanda daha sağlıklı bir toplum yapısı oluşturulmasına ve kötü yönetimlerin önlenmesine katkıda bulunabilir.