Tevazu
İnsanın gönlünde yeşeren, ama hepimizde farklı bir biçimde filizlenen bir duygudur tevazu. Herkesin kelimelerde anlattığı ama her zaman varlıkla yaşanması gereken bir erdem gibidir. Bugünlerde aksiyle fazlasıyla karşılaşıyorum, hatta bu kelimeyle henüz tanışmamış birileri de var, eminim.
Bu yazıyı bundan 20 yıl önce yazıyor olsaydım, bu cümleyle başlardım yazıma: "Anadolu'nun dört bir yanında, dağ köylerinde, kasabalarda, şehirlerde tevazu, kimsenin anlatmaya gerek duymadığı ama her birimizin farkında olduğu bir özellik olarak yer alıyor." Bugün ise son kelimesine "-du" ekleyerek yazmak zorundayım.
Bir gün, bir mekânda karşılaştığım bir ihtiyarla sohbetim geldi aklıma. Yüzü, zamanla silinmiş yılların izini taşıyordu, gözlerinde bir dünya kadar bilgi vardı. Bende de bir o kadar merak. "Nasılsınız amcacım?" demiştim o da başını hafifçe eğerek, "İyi evlat, çay içer misin?" dedi. Ben de oturdum yanına. Çay içtik, sohbete daldık. Yılmaz amca hayatını anlattı, her cümlede bir başka hikâye gizliydi. Aklımda kalan ve o gün üzerine fazla düşündüğüm bir cümleyle devam etti sohbetimiz: "Evlat," dedi, "ben köyde büyüdüm, babam hep derdi ki, 'Büyük, dağ gibi olursan, insanların seni görmesine gerek yoktur. Sen onların içini göreceksin.' İşte tevazu, dağ gibi olmaktır. Görünmeden yüreğiyle var olmaktır." O gün anladım, tevazu sadece görünmekle ilgili değilmiş, insanın içinde bir derinlik, bir denge arayışıymış.
Ben o zamanlar tevazuyu anlamaya, anlamlandırmaya çalışırken etrafımda olanı biteni daha detaylı dinliyor ve izliyordum.
Yine bana anlam katan komşumuz Hanife abla ve rahmetli Mustafa amcamız vardı. Bir gün, Hanife abla sohbet sırasında gözlerini alçaktan ama çok derinden birleştirerek, "Her sözü söylemek, her konuda fikir yürütmek, bazen susmaktır," derdi. "Bazen en güzel söz, ağızdan çıkmayandır." Eşi de hep başını sallayarak, "Ben de bunu söylemiştim," diye eklerdi. Ne kadar az konuştukları önemli değildi; çünkü sözleri yerini bulmuş, derin izler bırakmıştı. Onlar aslında tevazunun ne demek olduğunu bana ve bize her hareketleriyle anlatmışlardı.
Tevazu, bazen adını bile anmadığımız ama her birimizin içini huzurla dolduran bir kelime gibidir. O, dağ gibi büyümek değil, en derin kuyudan bile su çekerken toprağa zarar vermemek gibidir. O, her insanın diğerini kendisinden az ya da çok görmemesi, aynı sofrayı paylaşırken, ekmeği bölüşürken asıl büyüklüğün paylaştıkça ortaya çıktığını anlaması gibidir.
Tevazu, bir dağın zirvesine çıkıp, oradan herkese selam vermek gibidir; yükseklerden bakıp küçümsemek değil, en alttan, en içten, en samimi şekilde göz göze bakmaktır. Ve hep hatırlamalıdır ki, büyük olmak için dağa tırmanmak gerekmiyor; insanın en büyük büyüklüğü, en basit şeylere, en sade yüreklere tutunmaktan geçer.
Hepimizin hayatında tevazu örneği vardır. Bence her birinin özü de aynıdır: "Büyüklüğün kaynağı, kendini küçük görmemekte, ama başkalarını büyük görmektir."