ANASAYFA
TV PROGRAMLARI
PROGRAMLAR
YAYIN AKIŞI
CANLI YAYIN
24 RADYO
REKLAM
İLETİŞİM VE KÜNYE


İsrail'in ilk saldırganlığı mı sanıyorsunuz?

İsrail'in saldırgan tavrı, tarihsel süreç içinde incelendiğinde, jeopolitik ve sosyolojik dinamiklerle şekillenen çok katmanlı bir yapıya sahip. İsrail'in Filistin'e yönelik işgallerle başlayan ve günümüzde Gazze ve Lübnan'daki operasyonlarla devam eden politikaları, bölgesel güvenlik endişelerinden çok daha derin bir yayılmacı anlayışa dayanıyor.

İsrail'in kuruluşu, 1948'de Arap-İsrail savaşlarıyla başladı ve bu savaşlar, İsrail'in Filistin topraklarını genişletmesine olanak sağladı. 1967'deki Altı Gün Savaşı, İsrail'in Golan Tepeleri, Batı Şeria ve Gazze Şeridi gibi bölgeleri işgal etmesiyle sonuçlandı. Bu savaş, İsrail'in yayılmacı politikalarının ilk adımı olarak değerlendirilebilir. Daha sonra gelen Lübnan işgalleri ,İsrail'in bölgedeki askeri üstünlüğünü pekiştirme ve çevresindeki ülkeleri tehdit unsuru olarak görme anlayışının bir parçasıydı.

İsrail'in saldırgan tutumu, Filistinlilere karşı yerleşim politikaları, ekonomik abluka ve askeri operasyonlarla devam etti. Batı Şeria'da ve Gazze'de yerleşimlerin genişletilmesi, Filistin halkının topraklarından mahrum bırakılması ve uluslararası hukuk kurallarının ihlal edilmesi, İsrail'in kendini savunma hakkı iddialarını gölgede bıraktı. Özellikle Gazze'ye yönelik sürekli bombardımanlar, bir yandan bölgedeki direnişi zayıflatmaya yönelikken, diğer yandan Filistin halkını daha da izole etmek amacı taşımakta.İsrail'in saldırganlığı bugün sadece Filistin ile sınırlı değil. Lübnan'da Hizbullah'a yönelik operasyonlar, bölgedeki diğer güç odaklarına karşı bir meydan okuma olarak okunabilir. İsrail'in güvenlik endişeleriyle gerekçelendirdiği bu saldırılar, aslında daha geniş bir stratejik hedefi gözler önüne seriyor tabi görebilene.

Son saldırılar, İsrail'in Gazze'deki Filistin direnişiyle sınırlı kalmayan yayılmacı politikalarının Lübnan'a kadar uzandığını gösteriyor. Hizbullah'ın Lübnan'da artan etkisi, İsrail'in kuzey sınırında tehdit olarak algılanıyor ve bu durum İsrail'in bölgedeki güç dengelerini kendi lehine çevirmek için askeri müdahalelerde bulunmasına zemin hazırlıyor.

Son birkaç gündür yaptığı saldırılar Türkiye gibi güçlü ve bölgesel aktörler için de endişe verici bir gelişme olarak değerlendiriliyor. Türkiye, Filistin davasını destekleyen politikaları ve Gazze'ye insani yardımlarıyla İsrail'in politikalarına karşı çıkan bir ülke konumunda. Ancak İsrail'in şu anki saldırganlığı, doğrudan Türkiye'yi hedef almaktan çok, bölgedeki güç dengesini İsrail lehine değiştirme çabası olarak okunabilir. Türkiye'nin bölgede artan etkisi ve İsrail ile çıkar çatışmaları göz önüne alındığında, dolaylı olarak İsrail'in Türkiye'nin nüfuzunu kırma çabası içinde olabileceği söylenebilir.

Uluslararası toplumun büyük bir kısmı İsrail'in bu saldırılarına karşı sessiz kalırken, Batı dünyasının İsrail'i stratejik bir müttefik olarak desteklemesi, bu saldırıların meşru kabul edilmesine neden oluyor. Bu durum, İsrail'in saldırganlıklarını daha da artırmasına zemin hazırlıyor.

İsrail'in saldırıları, uluslararası hukuk açısından da tartışmalı. BM kararları ve uluslararası normlara aykırı olan bu saldırılar, ne yazık ki Batı tarafından destekleniyor veya görmezden geliniyor. Bu durum, dünya siyasetindeki çifte standardı gözler önüne seriyor. Bir yandan insan hakları ve hukukun üstünlüğü vurgusu yapılırken, diğer yandan İsrail'in ihlalleri görmezden geliniyor.

İsrail'in operasyonlarına kılıf uydurup arka planda sadece güvenlik endişeleri deseler de, daha geniş bir stratejik hedeflerinin olduğunu düşünüyorum. Ortadoğu'daki çatışmalar bağlamında, İsrail'in İran ve Suriye'nin etkisini kırma girişimleri de bu saldırılara yön vermekte. Özellikle Türkiye'nin bölgede etkin bir güç olarak konumunu güçlendirme çabaları da dikkate alındığında, İsrail'in Türkiye gibi bölgesel aktörleri dolaylı olarak hedef aldığını söylemek çok güç değil.

Ortadoğu'da yükselen tansiyonun Türkiye'yi etkileme olasılığı oldukça yüksek çünkü Türkiye, bölgedeki jeopolitik güçlerden biri ve Filistin davasına verdiği destek de uzun zamandır bilinen bir durum. Bu nedenle, Türkiye'nin İsrail'le ilişkileri, özellikle Filistin meselesindeki duruşu sebebiyle zaman zaman gerilmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti'nin İsrail'e nasıl karşılık vereceği, diplomatik ve askeri seçeneklerin gözden geçirilmesine bağlı. Türkiye, şu ana kadar daha çok diplomatik kanalları kullanarak İsrail'i uluslararası arenada eleştirdi ve bazı dönemlerde İsrail ile ilişkileri sınırlandırdı. Ancak Türkiye, NATO üyesi bir ülke olarak geniş bir diplomatik manevra alanına sahip ve askeri olarak da güçlü bir konumda. Türkiye'nin bu tarz bir tehdit karşısında denge politikasına yönelebileceği ve müttefikleriyle işbirliği içinde hareket edebileceği düşünülebilir.

Üçüncü Dünya Savaşı meselesi ise şu an için somut bir gerçeklik olmaktan uzak görünse de, büyük güçler arasındaki rekabet ve bölgesel krizlerin daha geniş çaplı bir savaşa dönüşme ihtimali her zaman mevcuttur. Ortadoğu'daki gerilimler, ABD, Rusya, Çin gibi büyük güçlerin de ilgisini çekiyor ve bu durum, savaş riskini artırabilir. Ancak böylesine büyük bir savaşın çıkmasını engellemek için çok sayıda ülkenin diplomatik ve ekonomik dengeleri gözetmeye çalışacağı düşünülüyor.

Türkiye, bu dönemde denge politikalarıyla hareket ederek, çatışmalardan kaçınmaya ve kendi çıkarlarını korumaya yönelik bir strateji geliştirmek zorunda kalabilir. Ama meşhur bir söz vardır tam yeri "Bütün Türkler bir gün ansızın delirecektir! İşte o zaman Allah Türk'ü değil sizi korusun" diye o zaman vay İsrail'in haline.


Yazarın diğer yazıları